Nokta Destesi


Akış
Pantra rei Antik Yunanca olup “her şey akar” demektir. Yaşam nehri durmaksızın akar. Gözlerimi açtığım her sabah bunu hatırlatıyorum kendime. Akıp giden bir yaşam var ve bu akışın içindeki yerimi akıntıya kapılmadan almak benim sorumluluğum.
Kafamda yapmam gerekenler var bir de günün içinde karşıma çıkacak olanlar, planlarıma hiç mi hiç uymayanlar ama karşılamam gerekenler…
Ya Nasip diyorum. B-akalım- görelim… Aşkıyla olsun…
Matbaadan Ali Bey arıyor, nazik ama acele etmem gerektiğini hatırlatan bir tavırla “hadi” diyor “işi basacağız Gül Hanım sizi bekliyoruz”. Elimden bir şey gelmiyor çünkü bende Aslı’yı bekliyorum şu an yayında… Ne yapalım yani, vakti var demek ki, beklememiz gerekiyorsa bekleyeceğiz. Derin bir nefes alıyorum yüzümü diğer işlere dönüyorum. Sanal pos için bankayı aramam gerek, web sitesi için Haydar’la görüşeceğim. Önce aracı kurumu arıyorum beni yeterince güvenilir bulmadıklarından sanal pos talebim reddediliyor. Her şeyim yasal, her ay dünyanın vergisini ödüyorum, borcum yok, harcım yok, fiziksel ürün satıyorum, nedir yani olayınız diyorum, sadece içinde Tarot kelimesi geçtiği için sergiledikleri tavır canımı sıkıyor. Son nefesime kadar bunu anlatacağım herhalde diyorum kendime. Tarot fal değil kadim bir öğreti, bir ilim. Artık kiminle nasıl bir deneyimleri olduysa Allah şifa versin diyorum. Kızgınım ama çabucak sıyrılıyorum bu duygudan, benimle ilgili değil, Tarot’la da ilgili değil, bilmeyen insanların önyargılı bakış açıları bu, tamamen kendileriyle ilgili diyorum, kişiselleştirmemeyi seçiyorum.
İstisnasız herkesin en az bir kere bizlerden biriyle kesişir yolu. Telefonu kapatıp konuştuğum kadına manadan ses ediyorum, bir gün diyorum gelirsin sen karşıma, bak o zaman ne olacak, bende sana diyeceğim ki: prensip olarak bankacılara danışmanlık vermiyorum. Kusura bakmayın! Öfkemin bu naif hali saniyeler içinde güldürüyor beni. Hem artık danışmanlık da vermiyorum zaten. Vardır bir hayrı dur bakalım Gül’cüm diyorum. Ama bir yandan da web sitemizi yapan Haydar sanal pos için bilgileri bekliyor benden. Nasıl ödeme alacağız bilmiyorum, elime yüzüme mi bulaştı acaba diyorum. Bir derin nefes daha alıp Haydar’ı arıyorum bu defa. Durumu anlatıyorum. Abla diyor nasıl olacak o zaman, ben bir bakayım ne yapabiliriz sana döneceğim.
Günün geri kalanında market alış verişini, çamaşır, bulaşık, ütü, yemek derken oğlumu okuldan alıp eve geliyorum ki Aslı arıyor, tamamladım işi, baskıya hazır diyor. Sende son bir kez bak sonra matbaaya gönderebilirsin. Oh diyorum çok şükür.
Telefonu kapatıyorum ki üzerine Haydar arıyor abla diyor havale yöntemiyle yapabilirler ödemeyi.
Akşam saat 21.00 civarı iş baskıya yollanmış, web sitemiz satışa hazır hale gelmiş ve yayına açılmış oluyor.
Yastığa kafamı koyarken yorgunluktan sızlayan kemiklerimi hissediyorum. Batan gözlerimi ve ağrıyan sağ kolumu. Ali Bey’i, Aslı’yı ve Haydar’ı düşünüyorum. Ne güzel insanlar var etrafımda diyorum kalbim şükranla doluyor. Her şey dört başı mamur olmasa da herkes elinden geleni yapıyor. Sanki tüm dünya bir olmuş da yolumu açıyormuş gibi hissediyorum. Aracı kurumda benimle konuşan kadın hariç diyip tekrar bir kahkaha patlatıyorum içimden. Aman be diyorum o da nazarlık olsun… Hayır demesi kim bilir beni hangi aksilikten hangi felaketten korudu. Günün sonunda içimden ona da teşekkür ediyorum. Her şey vaktine esir nihayetinde… Sabrımız elmastan…
Akalım görelim
Aşkıyla akışta
Hu.

KIRIK KALP
Büyükler “Allah kalplerimize kırılmayacak ilmi versin” diye dua ederler. Çok küçükken duyduğum bu duanın anlamını büyüdükten çok sonra anladım. Kırılmamak bir ilim meselesi bana göre. Hiç kimseye kırgın değilim artık. O kadar uzun süre boyunca kırgın, kızgın, öfkeli ve üzgün yaşadım ki artık o hal içinde olmayı seçmiyorum.
Geçmişte, birlikte bir yolculuğa çıktığımızı düşündüğüm dostları kafamı çevirip yanımda göremeyince kırıldım, çatıyı ikiye böldüklerinde, aslında sandığım gibi “biz” olmadığımızı anladığımda kırıldım, beni anlamadıklarında, açık iletişim kurmadıklarında, samimiyetimden şüphe ettiklerinde kırıldım. Günde 17 saat mesai yaparak işi yetiştirdiğimde, proje cezaya girmekten kıl payı kurtulduğunda, çabamı ve başarımı takdir etmeyen patronlarıma da kırıldım. Tüm emeklerime rağmen sadece yönetim kadrosuna yaranmak için yıllarca beni stajyer maaşıyla gece gündüz çalıştıran, tek kuruş fazla mesai vermeyen, sesimi bastıran, hakkımı gözetmeyen kısım şeflerime de kırıldım. Anneme, babama, eşime, oğluma, arkadaşlarıma hatta öyle ki elimi sevmek için uzattığımda benden kaçan sokak hayvanlarına bile kırıldım. Tüm bu kırgınlıklarımın neticesinde yaşamın içinde kocaman bir mağdura dönüştüm. Bir sabah gözlerimi açtığımda kendimi bir kurban gibi hissediyordum. Elcağazlarımla bizzat kendim yaratmıştım bu yaralı, kırgın, küskün, mağdur kadını…
Hayatta bana göre mesele olanı görebilmekte! Gerçeği idrak edebilmek de… Bunu anladıktan sonrası kolay. İlk önce dedim ki artık kırgın olmak istemiyorum. Ne mağdurum ne de suçlu! Her ne olduysa oldu. Ben buradan çıkarım.
İnsan iyileşmeye niyet edince birer birer kapılar açılıyor önünde… O şifacıyla bir yerde karşılaşıyor, o eğitim bir şekilde önüne geliyor, ne bileyim kim bir kitap armağan ediyor, vb. Allah yardım ediyor yani… Tüm izleri sürdüm, okudum, denedim, düşündüm, yürüdüm, bazen durdum, bazen sustum, bazen sordum. Ama her ne olursa olsun yolumdan dönmedim, niyetimi de bükmedim. “daha iyi bir ben mümkün, mutlu ve sağlıklı bir ben mümkün ve şimdi ki ben o bene doğru yol alıyor, anlamak da zaman alıyor sonuçta, sabır Gül’cüm” hep böyle dedim.
Ve sonra bir sabah uyandığımda artık barışmıştım. Geçmişimle, olanla, olmayanla, ne var ne yoksa artık barışmıştım. Her şeyin nedeni bendim. Öyle olmasına izin vermiştim. Artık anlıyordum. Kızgın değildim, kırgın ya da öfkeli de değildim. Müthiş deneyimler bırakmıştım geride. Her birini acıklı kurban hikayeleri olarak değil; kendi büyük romanımın öğrenmeme yardımcı olan küçük birer bölümü olarak görüyordum.
Bugün bu bölümleri benimle birlikte yazan, eşlik eden, rol almayı kabul eden, tüm diğer kahramanlara teşekkürü bir borç biliyorum.
Kendi hikayemden öğrendiğim kadarıyla diyeceğim şudur ki; çok ama çok kırdıysa hayat sizi, artık yaşamdan tat almakta zorlanıyor, içinizden hep ağlamak geliyorsa ya da tek muradınız tüm günü yorganın altında geçirmekse ya da evden çıkmak istemiyorsanız, önce şunu anlamanız gerekiyor: “Kimsenin sizi kırmak gibi amacı yoktu aslında, onlar sadece kendilerini gerçekleştirdi, o da öyle diyip geçebilirdiniz ama kırılmayı seçtiniz. Yani kendinizi kıran sizsiniz. Şimdi ya kırdığınız yerleri onarıp iyileşmeyi seçerseniz ya da yorganın altında küskün, kızgın, kırgın, en yaralı halinizle kan kaybından ölmeyi beklerseniz…
Nasıl olsun istiyorsunuz?
Gönlünüzden nasıl geçiyorsa öyle olsun dilerim.
Aşkla ve ışıkla
HU.



Gıybet
İnsanların büyük çoğunlukla mahallelerde yaşadığı eski zamanlarda her mahallenin meraklı bir teyzesi ya da amcası olurdu. Tam evden çıkmış arkadaşlarınla buluşmaya gidiyorsun; perdeyi aralar, pencereyi açar, kendini en tutamadığı haliyle seslenirdi? Nereye gidiyorsun? Kiminle buluşacaksın? Ne zaman gelirsin? Aaaa tamam selam söyle annene/babana… Hiç birimizin hoşuna gitmezdi bu durum ama istinasız hepimizde saf saf cevaplardık, soruları…
Bunun bir de pencereyi açıp ses etmeden sadece perdeyi aralayan tehlikeli versiyonu vardı. İlki hadi neyse de bu türü çok fenaydı. İlki merakına yenilip sorar, cevabını alınca sakinleşip hayatına dönerdi. İkinci versiyon öyle değildi. O kurardı. Misal evden çıkmış okula gidiyorsun, sevgilisiyle buluşuyor, çok para harcıyor, hep sokakta, bla bla bla… Yazardı da yazardı. Akşam eve gelirsin hiçbir şeyden haberin yok, asla ve kat’a içinde olmadığın hayali bir kurgunun tam da göbeğinde bulursun kendini. Kızım senin sevgilin mi var, sigara mı içiyorsun, kavga mı ettin? Bir deli bir kuyuya bir taş atmış, bin akıllı çıkaramamış hesabı, o saatten sonra işin yoksa anlat artık… Of ki ne of!
Derken büyüdük. Mahallenin meraklı teyzesi artık camlarda değil birçoğumuzun içinde! Kalplerimizin tam ortasında duruyor ve zaman zaman kendini en tutamadığı haliyle bu defa pencereden değil gözlerimizin içinden başkalarının hayatlarına musallat oluyor. Musallat olmakla da kalmıyor ne görse ne duysa birde kıyaslıyor (hepimizin değerli olduğu bir dünya da biri hep değer kaybediyor, ne gerek var?!). Maddeyle ilgili olaylarla ilgili duygularla ilgili, insanla ilgili ne var ne yoksa her şeyle ve herkesle ilgili konuşuyor da konuşuyor…
Sözüm ona gıybet etmiyor olanı söylüyor. Ancak onda olanı görüp konuşuyorsan, aslında en derinlerinde o şeyin senin hakkın olduğunu düşünüyorsundur. Derdin çok büyük olasılıkla niye onda olduğu değil; sende neden olmadığıdır?! İsyanın, feryadın bunadır. Ben hak ediyorum, o maaşı, o arabayı, o hayatı, ondaki iç huzurunu, mutluluğu, vb. benim niye yok! Ben niye böyle değilim/olamıyorum!
Sen olamıyorsun ve bu kafayla devam edersen de işin zor görünüyor. Çünkü o, sadece kendi yolunu yürüyor, kendi seçimlerinin sonuçlarını yaşıyor, dikkati ve enerjisi kendi üzerine odaklı; sense önüne bakıp kendi hayatınla ilgilenmek yerine onunkini diline dolamış, uğraşıp duruyor, zaman kaybediyorsun.
Orada durma, öyle bakma, bu hal hem sana hem de çevrene iyi gelmiyor, yapma işte! İnsanlar hakkında konuşma, hayatından şikayet etme! Kimseye bir faydası olmadığı gibi en büyük eziyeti de kendine etmiş oluyorsun, görmüyor musun?! Homurdanıp duracağına kalk ve istediğin insan olmak için elinden geleni yap.
Nacizene önerim şudur ki; kendin olmak konusunda öyle ısrarcı ve kendin olmakla öylesine meşgul ol ki başkalarının hayatlarına bakmak aklının ucundan dahi geçmesin.
Herkes kendi yerinde, herkes kendi yolunda…
Dilerim ki sağlıkla, varlıkla
Her dem aşk’la
Huzurla ve huzurda.
Hu.

Durmak
Bir süre önce Beypazarı gezisi sırasında aldığım tohumlar elime geçti. Minik bir kesenin içindeydi, üzerinde dilek tohumları yazıyordu. Eski bir Japon geleneğiymiş ya da Çin… Neyse dedim ki ekeyim ben bunları, nasip Allah’tan, belki yeşerir belli mi olur?! Mutfak camının önünde duran saksıya ektim. Hem kalbimden bir dilek tuttum hem de içimden dua ettim ekerken. Heyecanla her gün azar azar suluyorum. Ne tohumu olduğunu da bilmiyorum bir yandan da merak içindeyim. Acaba bir çiçek tohumumu yoksa ağaç mı? Topraktan ne baş verecek? Günler haftalara, haftalar aylara döndü. Tık yok saksıda! Umudum giderek azalmaya, heyecanım sönmeye yüz tuttu. Bir de dilek tutmuştum. Demek ki olmayacak diye düşünmeye başladım. Ama vazgeçmiyorum. Toprağı kuru gördükçe saksıyı sulamaya devam ediyorum. Hiçbir şey olmuyor. Her şey aynı.
Derken bir sabah uyandım ve ışığa baş vermiş üç yaprağı saksının içinden bana muzip muzip gülümserken buldum. Başarmışlardı. Nasıl mutlu olduğumu sözle anlatmam mümkün değil.
Ben aylarca hiçbir şey olmuyor sandım. Meğerse işin aslı öyle değilmiş. Kendi zanlarım içinde olmayacak diye düşünürken, vazgeçmek üzereyken toprağın altında çatlıyormuş o tohum. Kendi yolunda, kendi zamanında, vaktini bekliyormuş, büyüyormuş.
Hayatlarımızda böyle değil mi? Uğraşıyoruz, çabalıyoruz, istediğimiz sonucu, istediğimiz zaman elde edemiyoruz, vazgeçiyoruz, emeklerimin karşılığı bu değil dediğimiz, sabır gösteremediğimiz, isyan ettiğimiz zamanlar oluyor. Biz bilmiyoruz, her şey hep aynı, boşuna çabalıyoruz sanıyoruz ama öyle olmuyor.
Durmayı başardığımız yerde kökleniyoruz hayata, yaşamın müthiş dönüşü içinde sadece akışa izin verip sabır gösterdiğimizde, köklerimiz topraktan aldığı güçle, dallarını göğe doğru uzatıyor.
Bu sabah o tohumlardan yeşeren çiçeğe günaydın dedim. Varlığı beni bir kez daha mutlu etti. Ve kendime bir kez daha hatırlattım: Başladığın yerde değilsin Gül’cüm, sen her şey aynı sanıyorsun, hiçbir şey değişmiyor sanıyorsun ama değişiyor ve büyüyorsun dedim. Tıpkı bu saksıyı umutla ve inançla suladığım gibi kendi hayallerimi de akışa teslim edip olduğum yerde yeşertmeye niyet ettim.. Henüz ben görmüyorum bilmiyorum ama görünenin ötesinde, attığım her adım, düşündüğüm ve hissettiğim her şey yankı buluyor. Ben her ne ile dönüyorsam, yaşamın akışı da onu döndürüp getiriyor bana, görebilmem için önce biraz yavaşlamam sonra da durmam gerektiğini öğrendim artık.
Akışın içinde hem duruş hem de dönüş var.
Teslim olabilenler için yaşamak ne büyük bir mucize…
Her dem şahit olabilmek dileğiyle…
Hu.


.jpeg)
İrade
Birine zehir olan şey diğerinin pan zehiri olabilir. Sana iyi gelen, şifa olan bana yüktür misal ya da tam tersi. Her birimiz eşsiz olarak yaratıldık. Şimdi bir denize bakıyor olsak her birimizin içinde uyanan duygu farklı olur. Biri korkuya kapılırken diğeri huzurlu hissedebilir, bir başkası sonsuzluğu düşünebilir. Deniz aynı deniz oysa!
Şimdi bunun iradeyle ne ilgisi var diyeceksiniz? Çok ilgisi var. Anlatayım.
Diyelim ki bir olay oluyor hayatımda. Misal sevgilimle kavga ettim, üniversite için bölüm seçeceğim, iş kuruyorum ya da evlenmek üzereyim mobilya alacağım... Her şey olabilir. Arkadaşıma anlatıyorum ya da anneme, kardeşime, birine kafamın içinde olanları dillendiriyorum. Tüm iyi niyetiyle ve samimiyetle ya olayı yorumluyor ya da bana akıl veriyor.
Sevgilimle kavga ettim diyelim ki “sen haklısın sakın arama burnu sürtsün” diyor; ama içimden, derinlerimden %100 haklı olmadığımı biliyorum. Buna rağmen arkadaşımın tavsiyesine uyuyorum. İşler daha da sarpa sarıyor… Ona iyi gelen tavır benim için her şeyi daha da zorlaştırıyor.
Mobilyaları beğenirken arkadaşımın seçtiği koltukların aslında o kadar da kötü olmadığını düşünüyorum. O sırada kurduğu reklam filmlerinden çıkmış cümleleri bir anda beni etkisi altına alıyor ve diyorum ki “Kullanırım ben bunları”, alıyorum.
Komşumuz savcıydı, çok da güzel bir hayatı vardı, biraz da komşunun iyi niyetle verdiği gazı alıp ben de savcı olacağım diyor ve hukuk okumaya karar veriyorum.
Onlarca hatta yüzlerce örnek verebilirim. Olmuyor mu bunlar? Oluyor. Hepimiz ya hala bu tür şeyler yapıyoruz ya da geçmişte bir yerlerde yaptık.
Taşıma suyla değirmen dönmediği gibi, eğreti akılla (başka bir deyişle sokma akılla) da işler çözülmüyor yazık ki… Kendi sistemimize ait olmayan bir duygu, düşünce ya da oluş hali bize iyi gelmiyor, sürdürülebilir olmuyor ya da hizmet etmiyor. O ben değilim ki, benim kararım değil, benim fikrim değil, benim olduğum hal değil ki…
Sakın sevgilini arama diyen arkadaşım için aramamak ilişkiyi sürdürmek için doğru bir tavır olabilir. O ilişkinin dinamikleri o şekilde de olabilir. Ancak benim ilişkimde aramadığım zaman işler daha da sarpa sarıyor, ona iyi gelen tavır benim için her şeyi daha da zorlaştırıyor diyip olanı fark etmek, bizim konuşmaya ihtiyacımız var demek; Bu ilişkiyi yaşayan benim o nereden bilecek, bilse bilse benim kalbim bilir demek; Onun ne düşündüğünü elbette önemsiyor ve onu dinliyorum ancak eylem alacağım zaman bunu kendime soruyorum, çünkü bu benim hayatım, benim ilişkim, bu nedenle doğru bildiğimi yapacağım demek iradede olmaktır. Yerini doldurmak, içinde olduğun şeyden kendi tadını almak, bedeli ne olursa olsun kendi izini bırakmaktır.
Arkadaşım o mobilyaları beğenmiş olabilir ama L koltuk takımı istiyorum, daha az gösterişli bir şeyler arıyorum sadelikten yanayım, ona okuldaykende çingene derdik zaten, hep abartılı şeylerden hoşlanırdı. O heybetli takımı beğenen o, beni yansıtmıyor, ben beğenmedim demek iradede olmaktır.
Kendi hayatının merkezine hatta hayatınızı da boş verin kendinizin merkezine kendinizi koymaktır irade. Bunu sevdim, istiyorum, istemiyorum, yapabilirim, boyumu aşar yapamam diyebilmek, sınırlarının farkında olmaktır, kendini, duygunu, düşünceni olanı da olmaynı da bilmektir İrade. Tasavvufta da çok sevdiğim bir söz var derler ki; Kendini bilen Rabb’ini bilir. Evet kabul ediyorum kolay değil ama mümkün.
Aşkla ve ışıkla
Hu.